8 Haziran 2008 Pazar

Televizyona Teslim Olmayalım Ama Nasıl - Rasim Özdenören

Aslında televizyon yayıncılığını cetvel kalem karalamaya girişmeden önce, bana öyle geliyor ki, onu anlamaya çalışmak daha isabetli olacak. TV’ye niçin ihtiyaç duyuldu? Başka söyleyişle, TV yayını niçin talep görüyor?Eğer gerçekten TV yayınına talep varsa, bu talebe ortam hazırlayan toplumsal/siyasal/iktisadî şartların niteliği ne olmalıdır ki, böylesi bir talebi tetikleyebilmektedir?Bu durumda işin en başına, ta dibine, köküne inmemiz gerekiyor.TV’yi bizim kültürümüz icat etmediğine göre onu icat eden kültürün özelliği neydi? Olaya oralardan başlamazsak, aktüel kesitten bakarak yapacağımız yorumların bizi bir yere götürebileceğini beklemek boşuna olur.Televizyon cihazının icadı 1920’li yıllara kadar geriye götürülebilir. Ancak 1930’lu yıllardan başlayarak ve geçen her yılda artan bir ivmeyle başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere tüm Avrupa ülkelerinde ve giderek dünyanın her tarafında hızla yaygınlaşmaya başladı.
Amerikalı insanın özellikleri ile televizyon yayınının özelliği ve karşıladığı ihtiyaç arasında birebir bağlılaşım (korelâsyon) gözlemlemek mümkün görünüyor. Nedir Amerikalı insanın asal özelliği? Bireycilik, ona bağlı olarak bencillik, ona bağlı olarak yalnızlık ve vahşi kapitalizmin getirdiği amansız bir hastalık olarak yabancılaşma…Televizyonun icat olunduğu teknik ortam, böyle bir genel kültürün hâsılası olan insana hitap ediyordu. TV yayıncılığı hemen benimsendi. Kendi yalnızlığının derinlerine gömülü olarak yaşayan bu mutsuz insan, yalnızlığı ile başa çıkabilmenin, daha doğrusu yalnızlığını göz ardı edebilmenin çaresini televizyon ekranına sığınmakta buldu. Amerika’da kısa sürede TV bağımlıları ortaya çıktı. TV bağımlıları, kelimenin klinik anlamıyla birer televizyon manyağı olarak yaşamaya başladı. Zaten zayıf olan aile bağları tümden umursanmamaya başlandı. Televizyon, sinemanın aksine, evcil bir aletti. İnsanı dışarıya çıkmak zorunda bırakmıyordu. Her ne kadar Amerikalı insan aynı zamanda bir sinema bağımlısı olarak da yaşıyor olsa da, TV’nin etkisi başka herhangi bir kitle iletişim aracıyla karşılaştırılamayacak ölçüde önde ve ilerideydi. Konuyu yalnızca TV izleyicisi açısından alırsak eksik kalır. Televizyon yayıncılığı, bu yayını yürüten şirketler açısından da verimli bir kazanç kaynağı oluşturuyordu. Şöyle ki, TV yayınları marifetiyle elde edilen kazancın tadı, yayıncıları daha çok izleyici celbetmeye sevk ediyor; daha çok izleyici daha çok reklam geliri anlamına geliyor, daha çok reklam gelirine konabilmek için seyirciyi ekran başında tutabilecek yeni programların icadı gerekiyordu. Bu da uyanık prodüktörlerin hizmetini çağırıyordu. Neresinden bakılırsa bakılsın, sarmal bir yol, başını almış gidiyordu. Başka bir açıdan bakıldığında, bir fasit dairenin içine gömülünmüştü.TV’nin kötü etkileriyle başa çıkmak yalnızca program denetlenmesiyle ilgili görünmüyor ve öyle değil. Nitekim RTÜK’ ten yapılan araştırmalarda TV üzerindeki denetimlerin başarısız kaldığı itiraf edilmektedir. Bunun sebebi, TV programlarının “feedback” (geri besleme) etkisinde aranmalıdır. İnsanı, talep ettiği bir programdan uzaklaştırmak o programı yasaklamakla gerçekleştirilemez. Onu yasaklarsanız, arkasından benzer bir yapım ortaya çıkartılır. Böylece yasakçı zihniyetle değil, fakat olumlu telâkki edilen başka programların yapılmasıyla arzu edilen sonuçta bir cevap bulunabilir. Fakat durumu tümüyle bertaraf etmenin imkânının tümden bulunacağı kanısında değilim ben. Meğer ki, bu tür programları hasıl eden toplumsal şartın temeline inilebilsin ve hastalıkla başa çıkabilmek için yüzdeki sivilceyi mıncıklamaktan vaz geçip hastalığın kökeni irdelenebilsin!Millî Eğitim Bakanlığının yaptığı bir araştırma konuya anlamlı bir bakış açısı sağlıyor; yapılan bir anketin sonucuna göre TV’nin okuldan soğuttuğu belirlenmiş. Şöyle ki:“MEB, ilk ve orta öğretim öğrencilerinin TV izleme alışkanlıklarıyla ilgili olarak yaptığı araştırmaya, Ankara, İstanbul, İzmir, Eskişehir, Hatay, Gümüşhane, Edirne, Mersin, Hakkari, Ordu, Kütahya ve Şırnak olmak üzere 12 ilde, 24 ilköğretim, 24 ortaöğretim kurumunda okuyan 12-18 yaş grubunda toplam 960 öğrenci katıldı. Araştırmada şu sonuçlar alındı:. Öğrencilerin %46.6’sı TV’nin şiddete eğilimi artırdığına, . %33.9’u aile içi sohbeti engellediğine, . %30.8’i aile içi tartışmalara neden olduğuna,. %28’i bilinçsiz tüketime neden olduğuna,.%25.4’ü ise bencilliği ve rekabet duygusunu artırdığına inanıyor. Anketi yanıtlayanların yarıdan fazlası, “TV programlarının okuldan soğuttuğunu” düşünürken, %22.7’si ise bu görüşe katılmıyor. Öğrencilerin yüzde 56.8’i komedi, yüzde 53.1’i macera, yüzde 41.9’u aksiyon, yüzde 30.1’i de evlerinde genellikle savaş konulu filmlerin izlendiğini belirtiyor. “Evde hangi programların izlenilmesine izin verilmez” sorusunu, öğrencilerin yüzde 79.7’si “cinsel içerikli”, yüzde 33.7’si “şiddet içerikli yayınlar”, yüzde 15.9’u ise “hepsi izlenir” diye yanıtladı. (Hürriyet, 2 Şubat 07, s. 5).”Duruma ABD açısından bakmak tabloyu tamamlayacaktır. New York’ta yaşayan bir gazetecinin konumuzu ilgilendiren son yazılarının birinde şu tespitler öngörülüyor:“Sinema aleminde 1900’lü yılların ortasından bu yana Gypsy Rose Lee, Mae West, Ingrid Bergman, Marilyn Monroe, Elizabeth Taylor gibi yıldızlar, mahrem yerlerini sergileyen çıplaklık ve zina nedeniyle, şöhretlerin zirvesinde olmalarına rağmen bir süre Hollywood’dan dışlandılar. Mae West ile Gypsy Rose ‘gençliğin ahlâkını bozduğu’ gerekçesiyle haftalarca cezaevinde kaldı. Oysa son 20 yıldır Madonna’nın porno içerikli şarkı ve dans gösterileri, gözde manken Kate Moss’un sık sık görüntülenen kokain tutkusu, Paris Hilton’un skandal süslü hayatı ABD güncelinde rutin addedilmeye başladı. Amerikan toplumunda aile değerleri hızla düşüşe geçti. Ebeveynlerin söz geçiremediği çocukları üstünde kontrol gücü giderek azalıyor./Gençliğin hayranlıkla izlediği ’bimbo’lar takımının yaşamı ucuz bütçeli film senaryolarından farksız. Zengin kız-yoksul erkek aşkları, sevgili paylaşımı, organ teşhiri, skandallar, çıplaklık, alkol, sigara, uyuşturucu, seks, kavga, öç alma, entrika iç içe. Yeni pop kültüründe seks ve çıplaklık ön planda./ Liseye yeni başlamış kızlar karış boyu şortlar, göğüs sergileyen buluzlar içinde hayranlık duydukları şöhretlerin sınırsız özgür yaşamlarını taklit etmeye uğraşıyor. Bimbo modasını hikaye eden "Azgın Kızlar" adlı bir video film dizisi satış rekorları kırıyor./Dünya lideri ülke, aile düzenini temelinden sarsan önemli bir dönem geçiriyor. ABD, içsavaşın sürdüğü üç ülkede politika kararsızlığı içinde, keşmekeşten çıkış fırsatı arıyor. Irak ve Afganistan’da 150 bin askeri ateş hattında. Çıplaklık ve seks gündemli yeni pop kültürüne karşı genç nesillerin nasıl savunulacağı başlı başına bir sorun.” (Azgın Kızları Kim Durduracak, Doğan Uluç, Hürriyet Pazar,11 Şubat 2007).Bir başına TV programları üzerinde oynamakla, onu denetim altında tutmakla veya çocuklarımızı TV ekranlarından uzaklaştırmakla bu konunun üstesinden gelinemeyeceği sanırım anlaşılmaktadır. Konu, bütün dünyada toplumsal/siyasal/iktisadî trendin bir düzlemden, insanoğlunun şimdiye kadar tecrübesini yaşamadığı bir başka düzleme doğru kaymakta bulunmasıyla ilgili… Konunun polisiye ve asayiş ile ilgili tedbirlerle başa çıkılması imkân dahilinde görünse sorunu çözmek kolay olurdu. Ancak, trendin en dibinde yatan temel muharriklere dikkatin yöneltilmesi gerekiyor. Ekran, aslında, orada oluşanı, oluşmakta olanı yansıtıyor. Ve zorluğun temeldeki fasit karakteri toplum hayatı ile televizyon ekranı birbirine aynı oluyor: birinde olan ötekine yansıyor ve karşılıklı etkileşim kötülüğü azdırıyor ve azgınlaştırıyor.

*Kaynak/ Yeni Dünya Dergisi

Hiç yorum yok: