26 Ağustos 2008 Salı

TV başına geçince sadece vakit mi öldürülüyor?



17 Ocak 2008 Perşembe 10:33
Burhan Bozgeyik
Milli Gazete


TV başına geçince sadece vakit mi öldürülüyor?
Köroğlu, “tüfek icad oldu, mertlik bozuldu!” der. Bu deyişi, “TV icad oldu, kardeşlik, dostluk, muhabbet, akrabalık bağı bozuldu!” şeklinde adabte edebiliriz.


Bir ahbap, birbirimizle görüşemeyişimizin gerekçesini şöyle açıklıyordu:
“Doğrusu şu: Hemen hemen hiç kimseyle görüşmüyoruz. Kimseye gitmiyoruz. İşten gelince televizyonun karşısına geçiyoruz. O bizi yakalıyor, bir daha da bırakmıyor. Ondan sonra gidip yatıyoruz!”


Televizyon deyip geçmeyin. Bu sihirli kutu, milyonları âdeta büyülemiş, aklını, fikrini, kalbini esir almış durumda. Felak sûresinde Rabbimiz, “düğümlere üfürüp büyü yapan üfürükçülerin şerrinden” Kendisine sığınmamızı hatırlatmaktadır. Her gün Felak ve Nâs surelerini okurken, “televizyonun şerrinden” de Allahu Azimüşşan’a sığınalım.


Kullanma kılavuzunu okumadan, çamaşır makinası, ocak, kombi, vs. gibi âletleri gelişigüzel çalıştırmaya kalkan, o âletlerin bozulmasına sebebiyet verir ve kazalara da dâvetiye çıkarır.


Elinde doğru harita olmadan yola çıkan, yolunu kaybeder, perişan olur.


Öyle de, “televizyonu büyülenmeden, aklını, kalbini zehirletmeden seyretmek için de çok ciddi bilgilerle donanmış olmak lazımdır.


Bilgili olmak da yetmez. Cinlikleri, hinoğlu hinlikleri de bilmek şarttır. Bu da yetmez. Yazıyı tersten okuyan adamlar gibi, aşağı yukarı her haberi, her haber-yorumu “tersten” okuyabilmesini bilmek lazımdır. Yoksa çok bilgili olsanız dahi bir haberde zokayı yutarsınız ve rotadan çıkarsınız. Ondan sonra al başına belayı...



Bizim insanımız herkesi kendisi gibi saf, temiz düşünceli sanıyor. Her duyduğuna da hemencecik inanıyor. Hey gibi hacı amca hey! Hangi devirde yaşıyoruz. Elin oğlu dünyaya “yalan haber” yaymak için milyar dolarlar harcıyor.


Benim vatandaşım, “Ne var bunda, haber dinliyorum!” diyor. İyi de senin “bir haber”le dünyanın değiştiğinden haberin var mı?


Bir kere şunu bilin: Şu anda dünyada ne olup bitiyorsa, onun iç yüzü kesinlikle televizyon kanallarında takdim edildiği gibi değildir. Verilen hemen hemen her haberi tersinden okuyun!


Televizyon karşısında “vakit öldürdüğünü” düşünenler! Öldürdüğünüz sadece vakit değil.


Kendi aklınızı, kendi ruhunuzu, kendi kalbinizi de kendi ellerinizle öldürüyorsunuz, bunu bilin!


Televizyon seyrede seyrede, insanın hassasiyeti kayboluyor. Hafızasını yitiren insan gibi, insan kimliğini yitiriyor. Bir müddet sonra, “Ben neyim?” demeye başlıyor. Sorunun cevabını yine “kanallar” veriyor: yaptıkları programlarla, “Sen şusun! Sen busun!” diyorlar. O yitik kimlikli insan da bazan şu oluyor, bazan bu!..


Derken karşımıza kimliksiz zombiler dikiliyor.
İnsanlarımızın zaafını bilen hinoğlu hinler de şimdi tek tuşla kitleleri yönetiyor.


İnsan TV karşısında ha ha ha, hi hi hi’lerle vakit öldürüyor. Ama öldürdüğünün yalnızca vakit olmadığını bilmiyor.


Siz TV’yi mika, plastik, cam, kablo, katot, anot, asilograf, vs.’den mürekkep basit bir âlet mi zannediyorsunuz?


Tıpkı şeytanın vücudu gibi, bu cihazı da hafife aldınız mı, yandınız demektir...

25 Ağustos 2008 Pazartesi

Önce Ahlak ve Maneviyat


...

TV’ler ahlâkı tahrip aracı mı?


Televizyon etkili bir kitle iletişim aracı... Faydalıya da hizmet edebilir, zararlıya da... Bu ülke bizim... Bu insanlar bizim insanımız... 75 milyon olarak aynı gemide yolculuk yapan insanlar durumundayız. Sevinçlerimiz de ortak, kederlerimiz de. Niçin bu kurumları insanların faydasına hizmet ettirmeyelim? Normalde insanlığın faydasına hizmet etmesi gereken televizyon yayıncılığı Türkiye’de farklı icra ediliyor.
Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi, TV Bölümü’nün 26 ilde yaptığı 2008 yılı araştırmasının sonucu “İzleyenlerin büyük bir kısmı, televizyonun toplum ahlâkını bozduğunu, insanı ve çevreyi etkilediğini” ortaya koydu. (3.3.2008)
TV’ler aracılığıyla yapılan manevi tahribatın hangi noktaya ulaştığına bakın ki, ilköğretim çağındaki çocuklara dansözlük yaptırıyor, vücut teşhiri yapmaya özendiriyorlar. Şu yarışma türüne bakın ki halk dans ve dansözlükle yarıştırılıyor. Bunların ne anlama geldiğini, toplumun hangi noktaya götürülmek istendiğini düşünebiliyor musunuz? Ne oluyoruz? Ahlâksızlık meşrulaştırılıyor, tabii hale getirilmeye çalışılıyor. Müzik ve cazibeli kadınlar aracılığıyla insanları gevşetiyor, değerlerinden soyutlamak istiyorlar. Nice İlahiyatçının bu tür sunucular karşısındaki gevşek tutumunu, hatta sözlerini oradaki havaya göre ayarladıklarını az mı gördük?
Televizyonlar SMS geliri elde etmek için akla hayale gelmeyen yollara başvuruyorlar. Ar ve haya duygularını yok ediyorlar. “Millet istiyor, biz de veriyoruz.” bahanesinin arkasına saklanıyorlar. Halbuki medya kuruluşları, toplum ne istiyorsa onu yapmak yerine, toplumun seviyesini ve bilgi düzeyini yükseltmek için çalışan kurumlar olmalı değil mi? Menfaatleri üzerine kurdukları saltanatlarını sürdürmek istiyorlar. Millet düşünmesin, yaşadığı haksızlıkları sorgulamasın arzu ediyorlar. Zihinleri dumura uğratacak yayınlar yapıyorlar. Yabancı diziler, filmler, bilgisayar oyunları, eğlence ve magazin programları... Önceden benzerine rastlamadığımız cinayet çeşitlerine şahit oluyoruz. Soygun, ahlâksızlık ve seviyesizliğin bin bir çeşidi... Toplumun sosyal yapısı, manevi dokusu dinamitleniyor, duyan ve ilgilenen yok.
Bazı TV kuruluşları, halkın ibadetlerine, gençlerin namaz kılmalarına büyük tepki gösteriyorlar. Üç öğrenci tamamen inançlarının gereği olarak okulun bodrumunda namaz kılmışsa, bazı basın kuruluşları bu olayı Türkiye’nin dinamitlenmesi şeklinde bir gelişme gibi gösteriyorlar, abarttıkça abartıyorlar. Bu özellikteki basın kuruluşları ne yapmak istiyorlar dersiniz? Basına düşen, o gençlerin inanç hürriyetlerini savunmak ve yetkililerden daha uygun bir mekan tahsis etmelerini istemek değil midir? İnançlı insanlara karşı bu düşmanlığın sebebi ne? Aynı basın İslâm dışındaki dinlere karşı öylesine hoşgörülü ki... Haziran 2008’de bir grup Yahudi Atatürk Hava Limanı’nda, herkesin gözü önünde toplu ayin yapmış, herkesin dikkatini üzerlerine çekmişti. Söz konusu basın bu olay karşısında sus pus olmuş, görmemezlikten gelmeyi tercih etmişti. Halbuki basın en azından bütün dinlere karşı aynı saygıyı göstermesi gerekmez mi? Hele, bu ülke insanlarının mensubu oldukları İslâm dini konusunda daha hassas davranmaları icab etmez mi? Bu farklı tutumun sebebi de ne ola ki…
Türkiye gibi, halkı Müslüman olan bir ülkede, başörtülü kadın görüntüsüne tahammül edemeyen basın kuruluşları var. Hatta bu hastalık bazı muhafazakar basın kuruluşlarına bile sirayet etmiş durumda. Hakan Albayrak “Ülke TV ekranlarında niye hiç başörtülü yok?” diye sorduktan sonra şunları yazıyor. “Kanal 7’nin yan kuruluşu olan ülke TV’nin gazetelerde yayınlanan reklamını görünce beynimden vurulmuşa döndüm.
Reklamda arz-ı endam eden 8 hanım sunucu/ moderatör arasında bir tane bile başörtülü yer almıyor.
Zaten Kanal 7’de de başörtülü bir sunucu/moderatör yok artık!..
Halbuki bu kanal 14 sene evvel başörtülü bir haber sunucusuyla yayın hayatına atılarak devrim yapmıştı.
Revizyonun bu kadarına pes doğrusu!” (Yenişafak, 10.5.2008)
Toplumu her geçen gün değerlerinden soyutlamak için nice hesaplar yapılıyor. Gençler umut tacirleri ve çıkar grupları tarafından istismar ediliyor. Hastalıklı zihniyetin yapamayacağı rezalet yok. Nesillerin mahvolması için girmedikleri kılık, kullanmadıkları araç yok...


30 Haziran 2008 Pazartesi

FİTNEVİZYON, kilimlerdeki dilekçe ve yedi kız türbesi…




Modernizmin kıskacında devri daim ediyoruz. Direnç kalelerimiz yıkılıyor ha bire. Kalemimiz kale olmayınca suskunlaşıyoruz. Payımıza en çok da susmak düşüyor.
Etrafımız çağın büyücüleri ile çevrili. En etkilisi de “televizyon”. Bir dervişin ifadesiyle “Fitnevizyon”.
Artur C. Clarke’de “Geleceğin Çehresi” adlı yapıtında “… Irkımızın mezar taşlarında neon harflerle şu kelimeler yazılı olacaktır: Bir toplumu mahvetmek isteyenler, işe o topluma televizyon vermekle başlarlar…”
Enformatik cahiliye çağında yaşadığımız kesin. Bilginin revaçta olduğu bu demde en çok hükümran olan da bilgi kirliliği, yani dezenformasyon. Televizyonun en büyük götürüsü vizyonu, yani dünya görüşünü yok etmek oldu. Vizyonu olmayan toplumların, halkların, milletlerin yaşaması ise mümkün değildir.
Oysa biz, “seyirci bir toplum, seyirci bir millet” olduk. Kültürümüz, örf ve adetlerimiz tamamıyla dumura uğradı. Yine de geçmişe ilişkin gelenek ve göreneklere rastlamak biraz olsun bizleri sevindirmekte. Anadolu esintisi bizleri dinginleştirip, tutamak oluyor. Modernizmin dişlileri arasından kurtulmanın yolu Anadolu’nun dağlarına, derelerine, ovalarına, köylerine, kasabalarına, bozkırlarına sığınmak…
Hele bu mevsim, Anadolu’da her taraf bir renk cümbüşü. Yedi renk; farklı tonlarda ve büyülerde dağlara, yaylalara, derelere, ırmak kıyılarına otağ kurmuştur. Alı al, moru mor dağ çiçeklerinin, papatyaların, çiğdemlerin, zambakların ve ismini bilmediğimiz, yüzlerce çiçeğin seremonisi vardır her dere kenarında.
Yalnızca dejenere olan aklımız değil, ruhumuz da, duygularımızda bundan ziyadesiyle nasipleniyor. Kelimeler ahengini yitiriyor, gözler görmez, kulaklar duymaz oluyor. Sevgi ve aşkta hayâ perdesini yitirmiş duygular olarak yüzsüzleşip, arsızlaşıyor.
Geçmişe ilişkin kimi değerlendirmeler yaparken Anadolu insanının okuma yazma bilmemesini biteviye öne çıkaran yazarlar vardır. Anadolu’yu tanımadıkları, Anadolu insanıyla hemhal olmadıkları için bu tür betimlemeler yaparlar. Oysa Anadolu insanı kadınıyla erkeğiyle ariftir, bilgilidir, duyguludur. Hatta Anadolu kadını okuma yazmayı bilmese de gören gözüyle, çarpan yüreğiyle dilekçesini ördüğü kilim üzerine yazmıştır. Hem de ilmik ilmik…
Anadolu’da yalnız nakışlar, ilmikler, çizgiler konuşmaz, renklerde konuşur. Nitekim rahmetli Mehmet Önder’in aktardığına göre; yavuklusuna sarı bir mendil gönderen kızın sevdası baskın olup onun sararıp solduğunun habercisiymiş. Yeşil renk, muradı anlatırmış. Mavi umud, beyaz renk ise mutlulukmuş…
Mendil renklerinden bahis açılınca Manisa’nın Dere Mahallesi’nde bulunan “Yedi Kız Türbesi’nden bahsetmemek olmaz:
“Efendim rivayete göre bir zamanlar, Manisa’nın fakir mahallelerinden birinde yedi kız kardeş birbirlerinden habersiz, yedisi de Manisa beyinin genç ve yakışıklı oğluna âşık olurlar. Bunu öğrenen Manisa beyi kızların babasına şu haberi gönderir:
— Maşallah kızlarınızın yedisi de birbirinden güzel. İçlerinden birini Allah’ın emri Peygamberin kavliyle oğluma almak isterim. Kızlarınız yedi mendil göndersinler. Oğlum bunlardan hangisini beğenirse o kız gelinim olsun…
Yedi güzel kız, geceyi gündüze katarak yedi mendil işlerler. Bir sepete koyup beyin konağına gönderirler. Oğlan mendilleri ve üzerine işlenen motifleri iyice inceler ve sonunda birisini seçer. Bir de ne görsün? Mendiller uçlarından birbirine bağlı ve son mendilin ucunda da iki satır:
— Biz yedi kız kardeşiz, birbirimizden ayrılmayız. Sen mutluluğunu başka bir mendilde ara.
Bu yedi kız kardeş ömür boyu evlenmezler. Kendilerini hayır işlerine adarlar. Evlenecek kızlara çeyiz işler, fakir fukaraya yardım ederler. Hayırla, takvayla ve ihlâsla bir ömür geçirirler. Vefat ettiklerinde de yan yana gömülürler.
Bugün Manisa’da ki “Yedi Kız Türbesi” bu türbe imiş…
Doğru ya da yanlış… Ama manidar…
Yalnızca mendile işlememiş Anadolu insanı duygularını… Kilimlere de işlemiş, hatta yetinmemiş, kilimlere ilmiklerlerle, desenlerle, özellikle de renklerle dilekçeler yazmış. Kilime de hiç dilekçe yazılır mı demeyin. Çok da güzel yazmışlar. Şöyle ki:
“Bir gün Yürük beyi, çadırının önüne serilmiş kilimi görünce yüreği sızlamış. Çünkü anlamış anlayacağını ve adamlarına bu kilimi dokuyan kızın babasını bulmalarını emretmiş. Babayı bulup getirmişler. Bey kızın babasına:
— Senin bir kızın var öyle mi? der. Adam.
— Evet, bir kızım var, cevabını verir. Bey:
— Anladığıma göre, sen kızını, istemediği birisiyle evlendirmek istiyorsun. Oysa kızının gönlü başkasında…
Adam önce şaşırır, Bey nereden biliyor, diye… Sonra dili çözülür:
— Doğrudur, Bey. Ben fakir bir adamım. Kızımı malı mülkü olan biri istedi. Ona söz verdim. Kızımsa fakir bir delikanlıya gönül vermiş. İyi ama siz bunu nereden biliyorsunuz, diye sormuş.
Bey, yerde serili olan kilimi göstermiş:
— Bunu kızın mı dokudu?
— Evet…
— İşte onun dilinden… Sana ihtiyacın olan hayvan hasadı vereceğim. Git kızını sevdiği delikanlıyla evlendir. Ha kızına da selam söyle. Kilimi iyi dokumuş. Yalnız yeşili kırmızıya az vursun. Az kalsın yanılacaktım…”
Öykü deyip geçmeyin. Şimdi mesaj servisleriyle, cep telefonlarıyla bu iş ayağa düştü. Kilim desen, bırak kilim örmeyi, işlemeyi, şimdiki hanımlar düğme dikmekten bile acizler. Üstelik okumuşu da, okumamışı da…
Ah nerede o günler, demeyeceğim elbet. Ama evinizde kilim varsa, onun renklerini çözmeye başlamak belki anlamlı bir girişim olur. En azından, televizyon karşısında “seyirci ırkı” olmaktan bir nebze olsun uzaklaşmış olursunuz…
Anadolu’nun ruh dirimini kavramak isteyenlere ise merhum Mehmet Önder’in “Aldı Sazı Anadolu” kitabını öneririm.
Madem bahis Manisa’dan açıldı, son bir not daha düşelim: Manisa’da evlenmek isteyen delikanlılar bunu babalarına anlatmak için onların ayakkabılarını saklarlarmış…

“Dolaştım adım adım,
Dört bucağı taradım.
Gözlerinin rengini,
Kilimlerde aradım.”


Fahri Güven
http://www.milligazete.com.tr/index.php?action=show&type=writersnews&id=19190

İşte Halimiz ...


İşte Halimiz

Çok memleket gezdim ölmüş insanlık
Hak, hukuk, adalet, karışmış gitmiş.
İblislere kalmış burda sultanlık
Deyyusluk toplumla, barışmış gitmiş.

Zina suç sayılmaz mektep açmışlar.
Umumhane denmiş bunun adına
Ar namus pul olmuş yere saçmışlar.
Fiyat biçiliyor şimdi kadına.

Nikâhın bir hükmü kalmamış artık,
Haramı helâli rafa koymuşlar.
Din ile imanın yarısı yırtık
İnançları oyuk, oyuk, oymuşlar.


Çalıp çırpanlara ceza verilmez
Hırsız çeteleri ev bark basarlar.
Hayasızlar dolmuş, şehre girilmez.
Bir bilezik için adam keserler.

Hakimden, savcıdan adalet gitmiş,
Avukatlar toplar olmuş parsayı.
Bu toplum artık tükenmiş bitmiş,
Zalimler, zorbalar, almış arsayı.


Doktorda, hekimde vicdan arama!
Para ile keser, biçer adamı
Bir melhem istesem sürmez yarama,
Rüşvet ver, doldurur depoyu damı.

Hocalar, hacılar evlere sinmiş.
Şarlatanlar çıkmış ahkâm kesmeye
Zavallı müslüman, bunlara kanmış,
Onlar da başlamış yağıp esmeye.


Kadınlar baş açık, namaz kılarmış,
Diyerek kadını imam yaptılar.
Tavuktan cücükten kurban olurmuş.
Diye fetva verip yoldan saptılar.

İçki, toplumları ifsat ediyor.
Sarhoş sürücüler canavarlaşmış.
Sorarım bunlar nere gidiyor?
Bu zalimler çoktan çizmeyi aşmış.

En büyük fitne basın yayının,
Her evde bir sahne, fitnevizyon var.
Emrediyor kızlar siz de soyunun,
Din ile imanda çok revizyon var.


İnsanımız dinden imandan çıkmış.
Her nereye baksan yara kanıyor.
İntiharı seçmiş, canından bıkmış,
Aileler çökmüş, toplum yanıyor.

Toplumun başında duran ağalar,
Sorumluluk sizin, imzalar sizin.
Yetimler, mazlumlar, neden kan ağlar
Unutmayın bunu, bir yere yazın.

Vekiller, bakanlar, cumhurun başı!..
Seçilen başkanlar, kanun adamı,
Örtünsün kadınlar, bırak savaşı.
Mahvetmen bir nesli yapıp idamı.

Bunlar hep geçecek, sayılı günler.
Yetmiş seksen derken doksana varmaz
Kıyamet göründü, çıkacak sinler.
Ömür bitecektir, yerinde durmaz.


Sur’u bekler melek, diriliş yakın
Hazır mısın siz hesap vermeye
Kul hakkı bunlar, yemekten sakın.
Can dayanmaz cehenneme girmeye.


Ahmet Mustafa Göltaş - Yeşilevler Karşıyaka-Ankar


http://www.milligazete.com.tr/index.php?action=show&type=news&id=19007

15 Haziran 2008 Pazar

TelevizyonName !



HEZEYAN KUSARIM TON TON
BENİM ADIM TELEVİZYON
ÇALIŞMAYA VERRİM SON
BENİM ADIM TELEVİZYON

CAMİ CEMAAT BEŞ ON
BENİM Kİ BİN KERE MİLYON
DİNLİ DİNSİZ LAİK MASON
BENİM ADIM TELEVİZYON

YATSI NAMAZINI KILDIRMAM
SABAH NAMAZINA KALDIRMAM
SÖYLENENLERE ALDIRMAM
BENİM ADIM TELEVİZYON

ÖLDÜRÜCÜ BİR ARIYIM
NEFSİN KESKİN BIÇAĞIYIM
KÖR ŞEYTANIN ÇIRAĞIYIM
BENİM ADIM TELEVİZYON

RAHMET DEĞİLİM LANETİM
ASLINDA BEN BİR ALETİM
VARDIR KASITLI GAYRETİM
BENİM ADIM TELEVİZYON

GEYİK GİBİ BOYNUZUM VAR
PAYLAŞILACAK KOZUM VAR
NAMUSUNUZDA GÖZÜM VAR
BENİM ADIM TELEVİZYON

BENİ REDDETTİ SOFULAR
SONUNDA TESLİM OLDULAR
KARŞI KOYAMAZ OLDULAR
BENİM ADIM TELEVİZYON

IŞIK DEĞİLİM AYNAYIM
BEN HEP GÜÇLÜDEN YANAYIM
ROLÜMÜ GÜZEL OYNARIM
BENİM ADIM TELEVİZYON

ZORLA HER EVE GİRERİM
EV SAHİBİNE SÖVERİM
GAFİLLERİ PEK SEVERİM
BENİM ADIM TELEVİZYON

NAMAZLARDA VESVESEYİM
EHLİ DÜNYAYA NEŞEYİM
SEVİNCİMDEN DÖRT KÖŞEYİM
BENİM ADIM TELEVİZYON

BEN VAR İSEM OLMAZ SOHBET
O SEMTE UĞRAMAZ RAHMET
KİN,İHTİRAS,FİTNE,ŞEHVET
BENİM ADIM TELEVİZYON

HERKES BİR BAHANE BULUR
KURTLAR VADİSİNDE DOĞRULUR
NİFAK MAYAM DA YOĞRULUR
BENİM ADIM TELEVİZYON

DAİMA UZAĞIMDIR 'DAN
KUMANDALIYIM UZAKTAN
BAKAN KURTULMAZ TUZAKTAN
BENİM ADIM TELEVİZYON.........


"İNSAN BAŞI BOŞ BIRAKILDIĞINI MI ZANNEDİYOR???(KIYAMET SURESİ AYET 36)

"TELEVİZYON GÖZLERDEKİ SON PARILTIYI YOK EDEN,VAR OLAN PERDEYİ GİTTİKÇE KALINLAŞTIRAN BİR CEHENNEM MAKİNASI.."

10 Haziran 2008 Salı

Akşamlari Ne Yapiyorsunuz? - Can Dündar




Dümdüz bir soru size:
Akşamları evde ne yapıyorsunuz?

Koltuğa uzanıp, hiç
tanımadığınız Amerikalı dedektiflerle, hiç tanımadığınız Amerikalı
haydutları mı kovalıyorsunuz?

Yoksa yerli dizilere kaptırıp hiç
bilmediğiniz konaklarda yaşanan hayatları mı seyrediyoruz?

Dört saat televizyon seyretmenin
sekiz saat çalışmak kadar beyni yorduğunu biliyor musunuz?

İki türlü hayat var:

1. Yaşanan hayat,

2. Seyredilen hayat,

Akşamlarınız televizyona
kilitliyse, bilin ki, hayatı sadece seyrediyorsunuz !

Akşamları evde ne yapıyorsunuz?
Akşamlarınızı nasıl geçiriyorsunuz?

"Pek çoğu gibi biz de çekirdek
çıtlatıp saatlerce televizyon izliyoruz"

diyorsanız, durup bir düşünün lütfen; dünyaya birkaç kez daha
geleceğinize mi inanıyorsunuz?

Böyle bir şey olsaydı, şimdiki
hayatımızın bir bölümünü ziyan etmek şimdiki kadar acı sonuçlar
doğurmayabilirdi belki.

Ne çare ki sadece bir hayatımız
var.

Bu da maalesef, çok kısa.

Ortalama altmış yılın yirmi yılı
uykuda geçiyor.

Kalan kırk yılın yirmi yılı
çocukluk, eğitim, vesaire...

Son yirmi yılı da ziyan edersek,
bize yaşanacak bir şey kalmaz.

Akşamlarınızı sadece televizyona
veriyorsanız, sayılı nefeslerinizden bir bölümünü

çöpe atıyorsunuz demektir!
_________________________________________

Çünkü televizyon izleyen kişi hayatta değildir, zira hiçbir şey
yapmamakta, hiçbir değer

üretmemektedir; bu da bir anlamda
yaşamamak sayılır.

Ne mi yapmalı?

1. Ailece kitap okuyun, sohbet edin:

Nasıl tanıştığınızı, ilk nerede
görüştüğünüzü, sıkılıp sıkılmadığınızı, nerede nasıl evlendiğinizi, nikah
şahitlerinizi, düğününüzü anlatın çocuklarınıza, onları hem dinleyin, hem
de okumaya çalışın.

2. Gezin:

Gezmek için ille de bir maksat
olması gerekmez, en büyük maksat hayatı paylaşmaktır.

Yakınsanız deniz kenarına inin, ayaklarınızı denize sokun ve
becerebiliyorsanız taş sektirme

yarışına girin. Sonra da güneşin pembe gülücükler saçarak batmasını
seyredin. (İnanın televizyon seyretmekten çok daha keyifli ve
dinlendiricidir) Ormanda hep birlikte yürüyün, ağaçlara isim takın, yol
boyu açan çiçekleri sevin ve çocuklarınıza bunlarla sevmeyi öğretin.
(Ama bilin ki hayat öğrenmek ve öğretmekten ibaret değildir.
Dinlenmek, eğlenmek gibi olgular da hayatın bir parçasıdır)
Çocuklarınızla ilişkilerinizde asla öğretmen tavrı takınmayın.
Onlarla arkadaşlık etmek dünyanın en keyifli işidir.

3. Akraba ve komşularla ilgi bağı kurun:

Onlara ya gidin, ya da onları size
davet edin. Sohbetiniz televizyonsuz olsun ki tadı çıksın. Birbirinizi
gerçekten tanımaya çalışın.

Bilirsiniz, "Komşu komşunun külüne muhtaçtır."

4. Kültürel ve sanatsal
etkinliklere katılın.

(Konferans, seminer, sergi, doğru
sinema ve tiyatro) Hayatınızı biraz olsun renklendirecek başka şeyler de
bulabilirsiniz. Yeter ki isteyin.

Bir şeyi çok isterseniz, Allah sebebini halk eder ve çok
istediğiniz şeye ulaşırsınız. "Olmaz ki" diye düşünüp

taleplerinizi ertelerseniz,
hiçbir yere ulaşamazsınız.

Aile bağlarının güçlenmesi,
paylaşacak şeylerin çokluğuyla mümkündür. Ne kadar çok şey paylaşırsanız
aileniz o kadar güçlenecek, o kadar diri duracak ve mutlu olacaktır.

Hatıra defterine televizyon dizilerini yazamazsınız. Oraya ancak
yaşadıklarınızı yazabilirsiniz.

Her gün bir şeyler yaşamalı ve
bunları deftere geçirerek geleceğe tarih düşürmelisiniz.

Bugün öyle bir hayat yaşayın ki,
yarına da kalsın. Torunlarınıza filan anlatacaklarınız olsun.

Ayrıca unutmayın ki;

Hayatı biriktiremezsiniz;

ya her anını yaşayacaksınız, ya da
ziyan edeceksiniz.

Artık cevap gelsin:

Akşamları ne yapıyorsunuz?

Yaşıyor musunuz, yoksa seyrediyor musunuz?

CAN DÜNDAR

8 Haziran 2008 Pazar

Televizyona Teslim Olmayalım Ama Nasıl - Rasim Özdenören

Aslında televizyon yayıncılığını cetvel kalem karalamaya girişmeden önce, bana öyle geliyor ki, onu anlamaya çalışmak daha isabetli olacak. TV’ye niçin ihtiyaç duyuldu? Başka söyleyişle, TV yayını niçin talep görüyor?Eğer gerçekten TV yayınına talep varsa, bu talebe ortam hazırlayan toplumsal/siyasal/iktisadî şartların niteliği ne olmalıdır ki, böylesi bir talebi tetikleyebilmektedir?Bu durumda işin en başına, ta dibine, köküne inmemiz gerekiyor.TV’yi bizim kültürümüz icat etmediğine göre onu icat eden kültürün özelliği neydi? Olaya oralardan başlamazsak, aktüel kesitten bakarak yapacağımız yorumların bizi bir yere götürebileceğini beklemek boşuna olur.Televizyon cihazının icadı 1920’li yıllara kadar geriye götürülebilir. Ancak 1930’lu yıllardan başlayarak ve geçen her yılda artan bir ivmeyle başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere tüm Avrupa ülkelerinde ve giderek dünyanın her tarafında hızla yaygınlaşmaya başladı.
Amerikalı insanın özellikleri ile televizyon yayınının özelliği ve karşıladığı ihtiyaç arasında birebir bağlılaşım (korelâsyon) gözlemlemek mümkün görünüyor. Nedir Amerikalı insanın asal özelliği? Bireycilik, ona bağlı olarak bencillik, ona bağlı olarak yalnızlık ve vahşi kapitalizmin getirdiği amansız bir hastalık olarak yabancılaşma…Televizyonun icat olunduğu teknik ortam, böyle bir genel kültürün hâsılası olan insana hitap ediyordu. TV yayıncılığı hemen benimsendi. Kendi yalnızlığının derinlerine gömülü olarak yaşayan bu mutsuz insan, yalnızlığı ile başa çıkabilmenin, daha doğrusu yalnızlığını göz ardı edebilmenin çaresini televizyon ekranına sığınmakta buldu. Amerika’da kısa sürede TV bağımlıları ortaya çıktı. TV bağımlıları, kelimenin klinik anlamıyla birer televizyon manyağı olarak yaşamaya başladı. Zaten zayıf olan aile bağları tümden umursanmamaya başlandı. Televizyon, sinemanın aksine, evcil bir aletti. İnsanı dışarıya çıkmak zorunda bırakmıyordu. Her ne kadar Amerikalı insan aynı zamanda bir sinema bağımlısı olarak da yaşıyor olsa da, TV’nin etkisi başka herhangi bir kitle iletişim aracıyla karşılaştırılamayacak ölçüde önde ve ilerideydi. Konuyu yalnızca TV izleyicisi açısından alırsak eksik kalır. Televizyon yayıncılığı, bu yayını yürüten şirketler açısından da verimli bir kazanç kaynağı oluşturuyordu. Şöyle ki, TV yayınları marifetiyle elde edilen kazancın tadı, yayıncıları daha çok izleyici celbetmeye sevk ediyor; daha çok izleyici daha çok reklam geliri anlamına geliyor, daha çok reklam gelirine konabilmek için seyirciyi ekran başında tutabilecek yeni programların icadı gerekiyordu. Bu da uyanık prodüktörlerin hizmetini çağırıyordu. Neresinden bakılırsa bakılsın, sarmal bir yol, başını almış gidiyordu. Başka bir açıdan bakıldığında, bir fasit dairenin içine gömülünmüştü.TV’nin kötü etkileriyle başa çıkmak yalnızca program denetlenmesiyle ilgili görünmüyor ve öyle değil. Nitekim RTÜK’ ten yapılan araştırmalarda TV üzerindeki denetimlerin başarısız kaldığı itiraf edilmektedir. Bunun sebebi, TV programlarının “feedback” (geri besleme) etkisinde aranmalıdır. İnsanı, talep ettiği bir programdan uzaklaştırmak o programı yasaklamakla gerçekleştirilemez. Onu yasaklarsanız, arkasından benzer bir yapım ortaya çıkartılır. Böylece yasakçı zihniyetle değil, fakat olumlu telâkki edilen başka programların yapılmasıyla arzu edilen sonuçta bir cevap bulunabilir. Fakat durumu tümüyle bertaraf etmenin imkânının tümden bulunacağı kanısında değilim ben. Meğer ki, bu tür programları hasıl eden toplumsal şartın temeline inilebilsin ve hastalıkla başa çıkabilmek için yüzdeki sivilceyi mıncıklamaktan vaz geçip hastalığın kökeni irdelenebilsin!Millî Eğitim Bakanlığının yaptığı bir araştırma konuya anlamlı bir bakış açısı sağlıyor; yapılan bir anketin sonucuna göre TV’nin okuldan soğuttuğu belirlenmiş. Şöyle ki:“MEB, ilk ve orta öğretim öğrencilerinin TV izleme alışkanlıklarıyla ilgili olarak yaptığı araştırmaya, Ankara, İstanbul, İzmir, Eskişehir, Hatay, Gümüşhane, Edirne, Mersin, Hakkari, Ordu, Kütahya ve Şırnak olmak üzere 12 ilde, 24 ilköğretim, 24 ortaöğretim kurumunda okuyan 12-18 yaş grubunda toplam 960 öğrenci katıldı. Araştırmada şu sonuçlar alındı:. Öğrencilerin %46.6’sı TV’nin şiddete eğilimi artırdığına, . %33.9’u aile içi sohbeti engellediğine, . %30.8’i aile içi tartışmalara neden olduğuna,. %28’i bilinçsiz tüketime neden olduğuna,.%25.4’ü ise bencilliği ve rekabet duygusunu artırdığına inanıyor. Anketi yanıtlayanların yarıdan fazlası, “TV programlarının okuldan soğuttuğunu” düşünürken, %22.7’si ise bu görüşe katılmıyor. Öğrencilerin yüzde 56.8’i komedi, yüzde 53.1’i macera, yüzde 41.9’u aksiyon, yüzde 30.1’i de evlerinde genellikle savaş konulu filmlerin izlendiğini belirtiyor. “Evde hangi programların izlenilmesine izin verilmez” sorusunu, öğrencilerin yüzde 79.7’si “cinsel içerikli”, yüzde 33.7’si “şiddet içerikli yayınlar”, yüzde 15.9’u ise “hepsi izlenir” diye yanıtladı. (Hürriyet, 2 Şubat 07, s. 5).”Duruma ABD açısından bakmak tabloyu tamamlayacaktır. New York’ta yaşayan bir gazetecinin konumuzu ilgilendiren son yazılarının birinde şu tespitler öngörülüyor:“Sinema aleminde 1900’lü yılların ortasından bu yana Gypsy Rose Lee, Mae West, Ingrid Bergman, Marilyn Monroe, Elizabeth Taylor gibi yıldızlar, mahrem yerlerini sergileyen çıplaklık ve zina nedeniyle, şöhretlerin zirvesinde olmalarına rağmen bir süre Hollywood’dan dışlandılar. Mae West ile Gypsy Rose ‘gençliğin ahlâkını bozduğu’ gerekçesiyle haftalarca cezaevinde kaldı. Oysa son 20 yıldır Madonna’nın porno içerikli şarkı ve dans gösterileri, gözde manken Kate Moss’un sık sık görüntülenen kokain tutkusu, Paris Hilton’un skandal süslü hayatı ABD güncelinde rutin addedilmeye başladı. Amerikan toplumunda aile değerleri hızla düşüşe geçti. Ebeveynlerin söz geçiremediği çocukları üstünde kontrol gücü giderek azalıyor./Gençliğin hayranlıkla izlediği ’bimbo’lar takımının yaşamı ucuz bütçeli film senaryolarından farksız. Zengin kız-yoksul erkek aşkları, sevgili paylaşımı, organ teşhiri, skandallar, çıplaklık, alkol, sigara, uyuşturucu, seks, kavga, öç alma, entrika iç içe. Yeni pop kültüründe seks ve çıplaklık ön planda./ Liseye yeni başlamış kızlar karış boyu şortlar, göğüs sergileyen buluzlar içinde hayranlık duydukları şöhretlerin sınırsız özgür yaşamlarını taklit etmeye uğraşıyor. Bimbo modasını hikaye eden "Azgın Kızlar" adlı bir video film dizisi satış rekorları kırıyor./Dünya lideri ülke, aile düzenini temelinden sarsan önemli bir dönem geçiriyor. ABD, içsavaşın sürdüğü üç ülkede politika kararsızlığı içinde, keşmekeşten çıkış fırsatı arıyor. Irak ve Afganistan’da 150 bin askeri ateş hattında. Çıplaklık ve seks gündemli yeni pop kültürüne karşı genç nesillerin nasıl savunulacağı başlı başına bir sorun.” (Azgın Kızları Kim Durduracak, Doğan Uluç, Hürriyet Pazar,11 Şubat 2007).Bir başına TV programları üzerinde oynamakla, onu denetim altında tutmakla veya çocuklarımızı TV ekranlarından uzaklaştırmakla bu konunun üstesinden gelinemeyeceği sanırım anlaşılmaktadır. Konu, bütün dünyada toplumsal/siyasal/iktisadî trendin bir düzlemden, insanoğlunun şimdiye kadar tecrübesini yaşamadığı bir başka düzleme doğru kaymakta bulunmasıyla ilgili… Konunun polisiye ve asayiş ile ilgili tedbirlerle başa çıkılması imkân dahilinde görünse sorunu çözmek kolay olurdu. Ancak, trendin en dibinde yatan temel muharriklere dikkatin yöneltilmesi gerekiyor. Ekran, aslında, orada oluşanı, oluşmakta olanı yansıtıyor. Ve zorluğun temeldeki fasit karakteri toplum hayatı ile televizyon ekranı birbirine aynı oluyor: birinde olan ötekine yansıyor ve karşılıklı etkileşim kötülüğü azdırıyor ve azgınlaştırıyor.

*Kaynak/ Yeni Dünya Dergisi