30 Haziran 2008 Pazartesi

FİTNEVİZYON, kilimlerdeki dilekçe ve yedi kız türbesi…




Modernizmin kıskacında devri daim ediyoruz. Direnç kalelerimiz yıkılıyor ha bire. Kalemimiz kale olmayınca suskunlaşıyoruz. Payımıza en çok da susmak düşüyor.
Etrafımız çağın büyücüleri ile çevrili. En etkilisi de “televizyon”. Bir dervişin ifadesiyle “Fitnevizyon”.
Artur C. Clarke’de “Geleceğin Çehresi” adlı yapıtında “… Irkımızın mezar taşlarında neon harflerle şu kelimeler yazılı olacaktır: Bir toplumu mahvetmek isteyenler, işe o topluma televizyon vermekle başlarlar…”
Enformatik cahiliye çağında yaşadığımız kesin. Bilginin revaçta olduğu bu demde en çok hükümran olan da bilgi kirliliği, yani dezenformasyon. Televizyonun en büyük götürüsü vizyonu, yani dünya görüşünü yok etmek oldu. Vizyonu olmayan toplumların, halkların, milletlerin yaşaması ise mümkün değildir.
Oysa biz, “seyirci bir toplum, seyirci bir millet” olduk. Kültürümüz, örf ve adetlerimiz tamamıyla dumura uğradı. Yine de geçmişe ilişkin gelenek ve göreneklere rastlamak biraz olsun bizleri sevindirmekte. Anadolu esintisi bizleri dinginleştirip, tutamak oluyor. Modernizmin dişlileri arasından kurtulmanın yolu Anadolu’nun dağlarına, derelerine, ovalarına, köylerine, kasabalarına, bozkırlarına sığınmak…
Hele bu mevsim, Anadolu’da her taraf bir renk cümbüşü. Yedi renk; farklı tonlarda ve büyülerde dağlara, yaylalara, derelere, ırmak kıyılarına otağ kurmuştur. Alı al, moru mor dağ çiçeklerinin, papatyaların, çiğdemlerin, zambakların ve ismini bilmediğimiz, yüzlerce çiçeğin seremonisi vardır her dere kenarında.
Yalnızca dejenere olan aklımız değil, ruhumuz da, duygularımızda bundan ziyadesiyle nasipleniyor. Kelimeler ahengini yitiriyor, gözler görmez, kulaklar duymaz oluyor. Sevgi ve aşkta hayâ perdesini yitirmiş duygular olarak yüzsüzleşip, arsızlaşıyor.
Geçmişe ilişkin kimi değerlendirmeler yaparken Anadolu insanının okuma yazma bilmemesini biteviye öne çıkaran yazarlar vardır. Anadolu’yu tanımadıkları, Anadolu insanıyla hemhal olmadıkları için bu tür betimlemeler yaparlar. Oysa Anadolu insanı kadınıyla erkeğiyle ariftir, bilgilidir, duyguludur. Hatta Anadolu kadını okuma yazmayı bilmese de gören gözüyle, çarpan yüreğiyle dilekçesini ördüğü kilim üzerine yazmıştır. Hem de ilmik ilmik…
Anadolu’da yalnız nakışlar, ilmikler, çizgiler konuşmaz, renklerde konuşur. Nitekim rahmetli Mehmet Önder’in aktardığına göre; yavuklusuna sarı bir mendil gönderen kızın sevdası baskın olup onun sararıp solduğunun habercisiymiş. Yeşil renk, muradı anlatırmış. Mavi umud, beyaz renk ise mutlulukmuş…
Mendil renklerinden bahis açılınca Manisa’nın Dere Mahallesi’nde bulunan “Yedi Kız Türbesi’nden bahsetmemek olmaz:
“Efendim rivayete göre bir zamanlar, Manisa’nın fakir mahallelerinden birinde yedi kız kardeş birbirlerinden habersiz, yedisi de Manisa beyinin genç ve yakışıklı oğluna âşık olurlar. Bunu öğrenen Manisa beyi kızların babasına şu haberi gönderir:
— Maşallah kızlarınızın yedisi de birbirinden güzel. İçlerinden birini Allah’ın emri Peygamberin kavliyle oğluma almak isterim. Kızlarınız yedi mendil göndersinler. Oğlum bunlardan hangisini beğenirse o kız gelinim olsun…
Yedi güzel kız, geceyi gündüze katarak yedi mendil işlerler. Bir sepete koyup beyin konağına gönderirler. Oğlan mendilleri ve üzerine işlenen motifleri iyice inceler ve sonunda birisini seçer. Bir de ne görsün? Mendiller uçlarından birbirine bağlı ve son mendilin ucunda da iki satır:
— Biz yedi kız kardeşiz, birbirimizden ayrılmayız. Sen mutluluğunu başka bir mendilde ara.
Bu yedi kız kardeş ömür boyu evlenmezler. Kendilerini hayır işlerine adarlar. Evlenecek kızlara çeyiz işler, fakir fukaraya yardım ederler. Hayırla, takvayla ve ihlâsla bir ömür geçirirler. Vefat ettiklerinde de yan yana gömülürler.
Bugün Manisa’da ki “Yedi Kız Türbesi” bu türbe imiş…
Doğru ya da yanlış… Ama manidar…
Yalnızca mendile işlememiş Anadolu insanı duygularını… Kilimlere de işlemiş, hatta yetinmemiş, kilimlere ilmiklerlerle, desenlerle, özellikle de renklerle dilekçeler yazmış. Kilime de hiç dilekçe yazılır mı demeyin. Çok da güzel yazmışlar. Şöyle ki:
“Bir gün Yürük beyi, çadırının önüne serilmiş kilimi görünce yüreği sızlamış. Çünkü anlamış anlayacağını ve adamlarına bu kilimi dokuyan kızın babasını bulmalarını emretmiş. Babayı bulup getirmişler. Bey kızın babasına:
— Senin bir kızın var öyle mi? der. Adam.
— Evet, bir kızım var, cevabını verir. Bey:
— Anladığıma göre, sen kızını, istemediği birisiyle evlendirmek istiyorsun. Oysa kızının gönlü başkasında…
Adam önce şaşırır, Bey nereden biliyor, diye… Sonra dili çözülür:
— Doğrudur, Bey. Ben fakir bir adamım. Kızımı malı mülkü olan biri istedi. Ona söz verdim. Kızımsa fakir bir delikanlıya gönül vermiş. İyi ama siz bunu nereden biliyorsunuz, diye sormuş.
Bey, yerde serili olan kilimi göstermiş:
— Bunu kızın mı dokudu?
— Evet…
— İşte onun dilinden… Sana ihtiyacın olan hayvan hasadı vereceğim. Git kızını sevdiği delikanlıyla evlendir. Ha kızına da selam söyle. Kilimi iyi dokumuş. Yalnız yeşili kırmızıya az vursun. Az kalsın yanılacaktım…”
Öykü deyip geçmeyin. Şimdi mesaj servisleriyle, cep telefonlarıyla bu iş ayağa düştü. Kilim desen, bırak kilim örmeyi, işlemeyi, şimdiki hanımlar düğme dikmekten bile acizler. Üstelik okumuşu da, okumamışı da…
Ah nerede o günler, demeyeceğim elbet. Ama evinizde kilim varsa, onun renklerini çözmeye başlamak belki anlamlı bir girişim olur. En azından, televizyon karşısında “seyirci ırkı” olmaktan bir nebze olsun uzaklaşmış olursunuz…
Anadolu’nun ruh dirimini kavramak isteyenlere ise merhum Mehmet Önder’in “Aldı Sazı Anadolu” kitabını öneririm.
Madem bahis Manisa’dan açıldı, son bir not daha düşelim: Manisa’da evlenmek isteyen delikanlılar bunu babalarına anlatmak için onların ayakkabılarını saklarlarmış…

“Dolaştım adım adım,
Dört bucağı taradım.
Gözlerinin rengini,
Kilimlerde aradım.”


Fahri Güven
http://www.milligazete.com.tr/index.php?action=show&type=writersnews&id=19190

Hiç yorum yok: